İSLAMİ BİLGİLER
  DİNİ HİKAYELER 2
 

                  KÜÇÜK  ÇOBANIN İMANI   
Image
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek, birkaç koyun otlatan bir çocuk gördü. Çocuk çobanlık yapıyordu. Abdullah bin Mübârek, çocuğa acıdı ve “Zavallı Çocuk!.. Küçük yaşta çobanlık yapıyor. Büyüyünce Allahü teâlânın ibâdet ve ma’rifetine nasıl kavuşur! diye düşündü. Gidip çocuğa Allahü teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim, kararını verdi. Çocuğun yanıma geldi ve aralarında şu konuşmalar geçti:
- Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin?

- Kul nasıl sâhibini bilmez!..

- Allahü teâlâyı ne ile biliyorsun?

- Bu koyunlar ile.

- Bu koyunlar ile O’nu nasıl biliyorsun?

- Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunları koruyucu birisi lâzımdır ki, bunlara su ve ot versin! Kurttan ve diğer tehlikelerden korusun. Bundan anladım ki, bu âlemdeki her şey, insanlar ve cin, bu hayvanlar, canavarlar, kanatlı kuşlar bir koruyucusuz olamazlar. Bu binlerce çeşit yaratıkları korumaya gücü yeten Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlar ile, Allahü teâlâyı böylece bildim.

- Allahü teâlâyı nasıl bilirsin?

- Hiçbir şeye benzetmeden bilirim.

- Böyle olduğunu nasıl bildin?

- Yine bu koyunlardan.

- Nasıl yani?

- Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler ve ne de ben, onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım: “ O’na benziyen bir şey yok. O her şeyi işitir ve görür.”

- İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi?

- Ben bu sahralarda, nasıl bir ilim öğrenebilirim?

- Peki başka ne öğrenmişsin?

- Üç ilim öğrendim! Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi’

- Bunlar nelerdir? Ben bunları bilmiyorum?

- Gönül ilmi şudur ki; bana kalb verdi. Kendini tanımak ve sevmek yeri yaptı. Bu kalb ile O’nu bileyim. O’nun sevdiklerine gönülde yer vereyim. Sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki; bana dil verdi. Dili zikir etmek, O’nun adını söylemek yeri yaptı. Bununla O’nu hatırlayıp adını söylemeyi, O’ndan bahsedilmeyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı istedi. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir. O’nun ile kendine hizmet olan her şeyi yaparım. Hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.

- Ey evlâdım, önceki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir. Bana nasihat ver!

- Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen insanlardan istemeyi kes! Yok, dünya için öğrenmişsen, Cennet arzu ve isteğini kalbinden çıkar.




                          İNKARCI DOKTOR 
Bizanslılar devrinde, İstanbul^da bir doktor Imageyaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyordu. Her şey kendi kendine varolmuştur diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabul etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her ilimden cevap veriyordu.

Hıristiyanlardan hiç kimseye cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız şu kadar var ki; “Dünyanın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni iknâ eden olursa, ben bu davamdan vaz geçerim.” Diyordu. Karşılaşıp münazara ettiği herkesi mağlup ediyor, cevapsız bırakıyordu. Kendisini dinleyen herkese dinsizliği aşılıyor, fikirleri karıştırıyordu.

Bu doktorun karşısında Hıristiyan âlemi âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbâsi halifesi Me’muna bir elçi ile mektup gönderdi. Mektubunda: “Size gönderdiğimiz bu doktor, dehrîdir. Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Sizin yanınızda, bununla münazara edecek ve bunu iknâ edip, mağlup edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur” yazmaktaydı. Abbâsi halifesi âlimlerini ve müşâvirlerini toplayıp, onlara danıştı. Orada bulunan İslâm âlimleri dede ki:

- Ey halife! Önce onu, mütehassıs olduğu tıp ilminde imtihan edelim, deneyelim. Sonra, duruma göre ne yapacağımıza karar verelim.

Ertesi gün, üçsüz kişilik bir kalabalık halinde geldiler. Doktor da oradaydı. Herkes bir şişeye, idrarını koyarak birbiriyle değiştirdiler. Her şişenin kime ait olduğunu bilmek içinde, özel işaretler koydular. Hepsini getirip, bu inkârcı doktorun önüne koydular. Doktor, önce şişelere, ardından da orada bulunan insanların yüzlerine baktı ve hiç yanlışlık yapmadan, bu falancanın, bu da filancanındır diye tek saydı. Üzerlerine işaret koymuşlardı. Baktılar ki, hepsi dediği gibiydi. İki kişinin idrarını karıştırdıkları şişelerdeki idrara da bakıp, “Bu falanca ile filancanın idrarıdır. Onlarda şöyle hastalıklar vardır. İlaçları da şunlardır” dedi. Hepsini doğru söylemişti. Herkes onun işine şaşırıp, bilgisi karşısında âciz kalmıştı. Sonra Bağdat’ta onunla münâzara edecek bir kişi bilmiyoruz, dediler. İçlerinden birisi dedi ki:

- Büyük âlim evliyânın üstünlerinden olan Nişapurlu Ahmed Harb , dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Umarım ki, bununla ancak o münâzara edebilir.

Halife, Ahmed Harb hazretlerinin yanına bir adam gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki:

- Siz münâzara meclisini falan saatte halifenin sarayında hazırlayın ve onu lâfa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman, bana niçin geç kaldınız dersiniz. Ben de cevap veririm.

Dediği gibi yaptılar. Ahmed Harb hazretleri gelip oturunca halife ona sordu:

- Niçin geç kaldınız?

- Abdest için Dicle nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geç kaldım.

- Ne gördünüz ki?

- Gördüm ki, topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar, kendiliğinden birleşip, marangozsuz, çivisiz sandal oldu ve bir kayıkçı olmadan suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım.

İnkârcı doktor, bu sözü duydu ve dedi ki:

- Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münâzara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münâzara etmeye değmez.

Bunun üzerine âlimlerin büyüklerinden olan Ahmed Harb O’na şöyle cevap verdi:

- Niçin saçma konuşuyorum ve niçin deliyim?

- Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur, bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur, kayıkçı olmadan su üzerinde gider, dediniz.

- Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkansız olunca, yani ustası, bir yapıcısı olmadan bir sandal olamaz ve su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlarla ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem bir yapıcısı olmadan, bu dünya bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, bu sanat erbâbını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendine nasıl var olsunlar? Asıl bunların bir yapıcısı, yaratıcısı yoktur diyen, böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan odur. Deli de odur.

İnkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı ve kendi kendine “İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allah vardır.” Deyip müslüman olmak istedi. Ahmed Harb, O’na (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû) kelime-i tayyibesini öğretip, mânâsını açıkladı. Böylece, bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz saadete kavuşmasına vesile oldu.
 








         SÜTE SU KATMAYAN KIZ
 
Hazret-i  Ömer, halifeliği sırasında bir gece asayişi kontrol için Medine sokaklarında dolaşıyordu. Gecenin karanlığında önünden Imagegeçmekte olduğu bir evden yüksek sesler işitti. Durdu ve dinlemeye başladı. Bir anne kızına şöyle diyordu;

- Kızım, yarın satacağımız süte su karıştır!

- Anne, Halife süte su karıştırmayı yasak etmedi mi?

- Kızım, gecenin bu saatinde Halifenin nereden haberi olacak, O şimdi yatağında yatıyor.

- Anne! Anne! Halife uyuyor, haberi olmaz diyorsun! Her şeyi bilen, gören ve her şeye kâdir olan Allahü teâlâ bizi görüyor, hâlimizi biliyor! Hîlemizi insanlardan gizleyebiliriz, fakat her şeyi bilen ve gören Allah’dan nasıl gizlersin?

Hazret-i Ömer, bu kızın güzel ahlâkına çok hayran kaldı. Bu durumu hanımına da anlattı. Sonra da, o kızı oğlu Asım’a nikah etti.  

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol